“Ölecekmiş, ölmesin dedim, bir can kurtulsun dedim. Bütün hayatımda ofsayt dediler. Bir işe yaramaz, sümsük dediler. Varsın gene desinler dedim. Sizler hepiniz, hepiniz, hepiniz hakem olun abiler. Ya bu maç be, tıpkı bir maç, ama böyle hayat sahasında oynanıyor, oyuncuları bizleriz; topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız. Ben, ben Osman... Ofsayt Osman... Söyleyin be, Allah rızası için söyleyin be, gene mi atamadım golü hah? Bu da mı gol değil be? Gol mü? Bu da mı gol değil be?”
Aynı anda son dakika haberi olarak bir alt yazı geçiyor; “Yılın ilk 10 ayında 275 kadın cinayeti işlendi, 19’u uzaklaştırma kararı aldırmış.”
Öyle bir anda gelip geçen bir alt yazı değil, düşük voltajla elektrik bağlanmış gibi sarsıyor bu haber beni. Sarsıyor demek; tsunamiden bahsederken, "su sıçradı" demek gibi yetersiz kalıyor. Bu haberler, bu cinayetler karşısında üzülüyorum diyemiyorum artık. Çok temiz, cam bir yüzeyi fark etmeyip burnumu çarpmış gibi, yaraya tuz basan arabesk bir şarkı dinler gibi, içimi levyeyle kanırtır gibi, dilimi o ağrıyan dişe bastırır gibi, yaranın kabuğunu kanata kanata yolar gibi sarsıyor.
Sadri Alışık mahkemede ağlıyor; “Ya bu maç be, ama böyle hayat sahasında oynanıyor, oyuncuları bizleriz; topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız” diyor. Televizyon alt yazı geçmeye devam ediyor;
‘Kadın cinayetlerinde Ekim ayı bilançosu yine çok ağır. Kadın cinayetleri ekim ayında da hız kesmedi. Acı verici tablo gözler önüne serildi. Ekim ayında 34 kadın öldürüldü. 26 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. Ekim ayının bilançosu geçen yılın aynı ayına oranla azalması gerekirken arttı.’
Bilançoyu duyunca yapıp ettiğim her şeyin, alıp verdiğim her nefesin, düşündüğüm ya da unuttuğum her konunun fonu, tabanı, tavanı, zamanı, mekânı ve sınırı kayboluyor. Hayatın işaret parmağını sallaya sallaya ve yüksek desibelle dikte ettirdiği bu cinayetlere ve bu vahşete karşı, kör ve sağır bir toplum olduğumuza inanmak istemiyorum. İçimde sadece umudu, bana yaşam enerjisi veren umudu ve inancı barındırmak istiyorum. Gerisi çer çöp, gerisi enkaz. Bir şeyler yapmak lazım diyorum; başka kadınlar ölmesin, adalete nokta konmasın, bu çaresizlik üç noktayla belirsizliğe boğulmasın diye. Hikâye sürsün, aksın diye.
“Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) Ekim ayı verilerini paylaştı. Verilere göre geçen ay 34 kadın erkekler tarafından katledildi. Yılın ilk 10 ayında 275 kadın erkekler tarafından katledildi. Her gün en az bir kadın cinayeti meydana gelirken, 2021 Ekim’e göre bu senenin aynı ayında kadın cinayetlerinde yüzde 88 artış gerçekleşti.”
Haber akıp gidiyor ve ben her zamanki yerime oturup, dizlerimi karnıma çekip, dudaklarımı kemiriyorum. Duramıyorum hiç bir yerde, bulunduğum yere sığamıyorum, sanki içimde bir balon varmış da sürekli büyüyormuş gibi; duvarları yumruklamak ya da var gücümle bağırmak, çığlık atmak istiyorum, ama hiç birini yapamıyorum.
Elime kalemi alıp bir yazı yazıyorum, son kelimeyi tamamlayamadan siliyorum. Sonra tekrar yazıyorum. Bu defa bitiriyorum. Hiç sansürsüz hem de. Kendimi kandırıyorum sonra. "Yatıcam, kalkıcam ve sabah hepsi geçmiş olacak" diye kandırıyorum. Ama hiç kanamıyorum.
O çığlıkları burnumun ucunda duyuyorum yıllardır. Her telefon çaldığında korkarak açıyorum. Takip ettiğim tüm dava dosyalarına yılların birikimini ekleyip sunsam da, cezasız kalmasın diye verdiğim mücadelelerden kalma yorgunlukları, öldürülen her bir canın yokluğundaki kalp sızılarına tercih ediyorum.
Ben küçükken daha zordu hayat, okul formamın bir yeri yırtıldı bir gün, düştüm sokakta giderken. Çok üzülünce ben, üzerine yama yaptı annem. "A üzülme sen, ben şimdi oraya bir de nakış işlerim, kimse anlamaz'' diye teselli etti. Yaptı da ama ben ikna olmadım. Üzüntüm de geçmedi. Çünkü altındaki deliği hafızamdan silemedim hiç.
İşte çocukluktan geriye kalan o boşluk gibi, giden geri gelmiyor ve yeri hiç bir şekilde dolmuyor. Kalbimde, beynimde, gözlerimde, ellerimde, göğsümde, her yerde o boşluk var. O boşluktan bir kurtulsam. Yapılacaklar listemi ve omzumdaki tüm yükleri aşağıda bırakıp, kum torbaları çözülmüş bir sıcak hava balonu gibi yükselsem. Uzağa, pek kimsenin bilmediği uzak bir gezegene gitsem mesela. Orada bulutlar pamuk şekerden olsa. Yağmuru üşütmeden ıslatsa, tenimi gıdıklayıp toprağa düşse sonra. Rüzgarı hep sevdiğim, içinden deniz geçen şarkıları fısıldasa. Vardiyalı iki güneş doğsa ve bu yüzden de hep aydınlık olsa. Sarılmadan uyumak yasak olsa. Sırf bu yüzden sarmaşık olsa bütün ağaçlar. Cinayetler hiç olmasa.
Hani salya sümük ağlarken, yerlerde sürünürken, istediği oyuncak alınmış çocuk gibi seviniversem bir anda. Buzlu suyun son yudumu gibi, hastalıktan sonra alınan ilk duş gibi (tepeden tırnağa temizler, rahatlatır, yeniler ya hani) arınsam.
İlkokulda çok sevdiğim garip bir kalemim vardı. Plastik bir silindirin içinde bir sürü kalem ucu, birinin ucu azaldığında onu en arkaya takarsın, sıradaki aşağı iner. İşte onun gibi. Kötü olan ne varsa en arkaya atsam.
Ülkemizde kadın cinayetlerinin önüne geçilmesi adına yasal olarak birçok adım atıldıysa da, aslında hiçbiri maalesef ki bu cinayetlerin tam olarak önünü kesemedi. Koruma talep eden çoğu kadının başvurusu reddedildiği gibi, kadınların cinsel ve fiziksel şiddet şikayetlerinin çoğu takipsizlikle sonuçlandı. Yine de tüm bunlar, “Kadının beyanı esastır” düşüncesinde olduğum anlamına gelmiyor elbette. Burada ifade etmeye çalıştığım husus, talep edilen koruma kararının önleyici nitelikte olmasından dolayı, şiddete uğrama tehlikesi olan kişi şiddete uğramadan, bunun önüne geçilmesini sağlamak. İşte bu noktada, şiddete uğrama ihtimali olan kadının şiddete uğramasındansa, şiddet uygulama ihtimali olan kişiye karşı yaptırımlar uygulanması düşüncesi daha ağır basıyor.
Dolayısıyla fiziksel/psikolojik şiddete uğradığını iddia eden kadına karşı, yargı makamlarınca en azından bir kereye mahsus olmak üzere, talebi doğrultusunda koruma kararı verilmesi gerekiyor. En azından, aleyhine koruma kararı alınan kişinin de bu karardan haberi olacağından, böylelikle kararın caydırıcı nitelikte olacağını düşünüyorum.
Ofsayt Osman mahkemede ağlıyor. Filmdeki diyaloglar, alt yazıda geçen habere çalım atıyor. Hayat, bu şekilde ironik de olsa, diyaloglarla yaşamayı öğrenmek demek aslında. Ağlatan, öfkeli, sakin, umutlu, umutsuz, anlamlı, anlamsız, derin, geçmişe dayalı, geleceğe açılan, isyankar, kabullenmiş, yenik, güçlü, boyun eğmiş, umursamaz, gerçeklerin ayırdına varmış tüm diyalogları saatlerce kendi kendine yaşamak demek. Bitmek tükenmek bilmeyen bir hayal demek. Tavanlarla, aynalarla, duvarlarla, camlarla, demir parmaklıklarla içimde, kendimle o kadınların arasında ve onların yokluğunda kurduğum, kurmaca dünyamda, havada asılı duran bir replikle, zihnimdeki bunca cümlenin içinde, sessizliğimle, dört duvara çarpa çarpa beklemek demek.
Televizyonda Sadri Alışık ağlıyor; “Dillerimi hâkim bey bağlasan durmaz”
Ve final sahnesinde muhteşem bir GOL ile bitiyor film.
“Adaletine, insanlığına kurban olayım hâkim bey. Bu da mı gol değil?”